MALUMU İLAN GÖSTERİSİ
“Sinemasalı” film gösteriminde bu hafta Şebeke adlı bir Amerikan filmi izledik.
Sinemasalı etkinliklerine fazla katılamamakla birlikte, gidebildiğim haftalarda gördüğüm kadarıyla çok anlamlı filmlerin seçildiğine tanık oldum. Şebeke de seyrettiğim en anlamlı filmlerden biri oldu.
Filmin ana konusu televizyon kanallarının reyting savaşı.
Televizyon kanallarının henüz yaygınlaşmadığı 1976 yılı yapımı film, gelecekte bu sihirli kutunun reyting uğruna önüne çıkan her değeri yerle bir edeceğini, toplumu nasıl şekillendireceğini çok veciz bir şekilde tespit etmesi gerçekten dehşet vericiydi.
Film kahramanı haber sunucusu Hovard Beale, emekli edileceğini öğrenince sinir krizi geçirir ve bir gün sonra intihar edeceğini ilan eder. Canlı yayın derhal kesilir ve Beale işten atılır. Ancak kanalın yerlerde sürünen reytingi Hovard Beale’nin intihar edeceğini duyurması nedeniyle birden tavan yapar. Gazeteler, bu haber üzerine söz konusu kanalı ilk kez birinci sayfada haber yapar, bazıları manşetten verir. Televizyon yöneticileri Hovard Beale’nin çılgın hezeyanını reyting yarışı için önemli bir fırsat bilirler ve yeniden işe alarak haberi tolkşova dönüştürürler.
“Hiçbir şey bildiğiniz gibi değil”
Fakat Hovard Beale, “Hiçbir şey bildiğiniz gibi değil” diyerek gerçeklerin saptırıldığını, halka söylenen hiçbir şeyin doğru olmadığını psikiyatrik bir hezeyanla anlatır. Sunuculuğunu yaptığı televizyonun sermaye oyunlarını da dile getirmesi üzerine patron kendisini sigaya çeker ve gücün yalnız ve yalnız para olduğunu anlatarak ona bir çerçeve çizer. Bunun üzerine Beale artık patronun istediği gibi hareket etmeye başlayınca reyting yeniden düşer ve Beale’nin esbab-ı mucibesi de söner. Artık onu bir şekilde ortadan daldırmak gerektiği sonucuna varılır ve televizyon yöneticileri tarafından öldürülmesine karar verilerek, canlı yayında suikastla ortadan kaldırılır.
Filmde ayrıca mukaddeslerinden koparılmış, maddi hazlar peşinde koşmaya mahkûm olmuş yöneticilerin, moda tabirle CEO’ların, çıkar uğruna gayri meşru yolları nasıl mubah gördükleri de vurgulanıyor. Filmde televizyonların bir yandan reyting uğruna neler yapılabildiği gösterilirken, öte yandan insanları hiçbir konuda tam bilgi sahibi olmadan kendi söylemleri çerçevesinde etkilediği çok çarpıcı bir şekilde anlatılmaktadır. Günümüz televizyon kanallarının bugünkü yayın politikalarının 1976 yılı yapımı bir filmde anlatılması ancak çarpıcı bir öngörü olarak ifade edilebilir.
“Zenginlik köleliği yaratmak için kullanılan bir silahtır.”
Televizyon denen bu dehşet verici sihirli kutu maalesef günümüzün gerçeği. Olumlu kullanılması halinde insanları eğitici, aydınlatıcı ve bilgilendirici özellikleri sayfalara sığmayacak kadar sıralanabilir. Dr. Ali Şeriati’nin “Hac” adlı eserinde anlatıldığı gibi, insanlığa çağ atlatacak en önemli silah. Bu silah geri teptiği zaman ise maazallah, bir milletin bütün kutsallarını silip, tarih sahnesinden yok edecek kadar etkili. Dünya nizamına yön veren ülkeler ya da sermayedarlar, bu sihirli kutuyu kendileri için ne kadar olumlu yönde kullanıyorsa, güçsüz toplumlara da bir yandan kendi kültürlerini ve dünya görüşlerini kabullendirip, bir yandan da o toplumun değer yargılarını yerle bir etme yönünde her türlü olumsuzlukları enjektede beis görmüyor.
Globalleşen dünya sloganı altında emperyalist aktörlerin oluşturduğu dünya nizamı içinde az gelişmiş ya da yumuşak ifade tarzı ile gelişmekte olan ülkeler, batılı ülkelerin banliyösü olma özelliği dışında bir güce sahip bulunmamaktadır. Dünyanın jandarmalığını üstlenen büyük patron Sam Amca, Türkiye’yi İran’a döviz transferini durdurmaması halinde dolar sisteminden atmakla tehdit edebiliyorsa, aynı güçlerin icadı olan bu teknolojinin nasıl ve ne şekilde kullanacağına da maalesef o karar veriyor.
Bu noktada ne Türkiye, ne de Türkiye gibi ülkelerin televizyonları kendi kültürleri ve menfaatleri doğrultusunda kullanmaları düşünülemez. Bu sihirli kutuya bizim yön verme çabalarımızın okyanustaki bir bardak su kadar bile hükmünün olması mümkün değil. Buna kendi ülkemizde her gün defalarca şahit olma batsızlığına duçar oluyoruz. İngiliz yazar John Raskin, “Zenginlik köleliği yaratmak için kullanılan bir silahtır.” diyor.
“Ülkenin eksikliklerini, ülke aleyhine kullanan bir yayın politikası”
Ülkemizde ilk televizyon kanalı TRT adıyla 1964 yılında kuruldu. O günden bu güne film şeridini gözümüzün önünden geçirdiğimizde, devlet televizyonu da dâhil bu milletin değerlerine ne ölçüde saygı gösterildiğini, topluma şırınga edilmeye çalışan bilgilerin ne derece doğru ve sağlıklı olduğunu, kamuoyunun serbestçe oluşması yerine, batıcı insan tipi yaratma gayretlerini ve milli olan her şeye muhalif olduğunu görürsünüz. Ülkenin eksikliklerini ülke aleyhine kullanan bir yayın politikasına belki dünyanın hiçbir ülkesinde bizdeki kadar rastlanamaz. Bunu şekillendiren irade nedir, nerden kaynaklanıyor? Cevabı Raskin’in sözlerinde buluyoruz, köleliği yaratma çabasında olan zenginler, yani güç. Filmde ifade edildiği gibi tek bir gerçek var para, yani Dolar. Bu milletin kendi düşünce ve kavramlarını dile getirmesi dolar karşısında mümkün mü?
Dünyada hiçbir televizyon kanalı tasavvur edilemez ki, ülkenin eksikliklerini, yanlışlarını ülkesi kendi ülkesine silah olarak kullansın. Ülke topraklarının bir bölümünü bütünden koparmaya çalışan emperyalistlerin maşaları, televizyonlarda kimi entelektüel, kimi demokrat kisvesi altında boy gösterirken, bölücülükle mücadele safsatası anlatılarak milletin tepkisi törpüleniyor.
“Amerika, Amerika” adıyla Türkiye aleyhine film yapan Elia Kazan, merhum televizyon yönetmeni Halit Refiğ’e; “… bir film tasarım var, Türkiye’ye gelmek istiyorum ama bana karşı bir tepki oluştuğunu duyuyorum, dolayısıyla çekiniyorum” dediğinde, Halit Refiğ “Türkiye’de aydınlar Türkiye aleyhine yapılmış işlere büyük önem verirler, o açıdan korkmanıza gerek yok, hatta onların size büyük yardımları olur!” diye bizim aydınımızın durumunu veciz bir şekilde ortaya koyar. İşte Türkiye’nin sözde aydın gerçeği maalesef bu. Oysa aydın ülkesinin gerçeğini en iyi bilen, menfaatlerini en iyi koruyan olması gerekir. Vatanseverlerin ise sesleri kısılmış, kıyıya köşeye atılmış sonunu bekler. Televizyonlar ise zaten batılı sermayedarların elinde. Emme basma tulumba gibi, suyu çeken de, havuza taşıyan da o.
Sermayeyi kimin kontrol ettiği ise izahtan varestedir.
“Şiddete karşı olma ve pasif direniş”
O zaman ne yapmalı?
Olumsuzlukların karşısında esas duruşa geçip olanı kabul mü etmeli, yoksa bu küresel kültür bombardımanını bir nebze de olsa önleme çarelerini mi aramalıyız? Muhakkak ki yollar engellerle dolu olmasına rağmen ikinci şıkkı seçmek, Cenabı Mevla’nın mutlak kadir olduğuna iman eden her Türk’ün görevi olmalı. Peki, ne yapmalıyız?
Gandi’nin mücadele yöntemleri biraz “mürekkep yalayan” herkes tarafından bilinir.
Onun iki doktrini vardı: Şiddete karşı olma ve Pasif direniş.
O susuyordu, bütün Hindistan’ın susmasını, emperyalistlerin bu suskunluktaki ifadeyi anlamalarını istiyordu. İngiliz tekstilini almamak için Çıkrıklarda eğrilen pamuktan yapılan “Khadi” giydi ve giydirdi. Kavga yapmadı, dövüleceğini bilerek kavgaya girmenin akılsızlık olduğunu idrak edecek kadar akıllıydı. Gandi’nin direniş eylemleri herkesin anlayabileceği, kolayca yapabileceği şeyler olması nedeniyle çok etkileyici oluyordu. Tuz tekelini kırmak için dört yüz kilometre yürüdü. Gittiği yerlere ottan halı döşediler. Ve denize ulaştığında avucuna tuzu aldı. “Bu elimi kırabilirler ama tuzu vermem” diye haykırdı. İngilizlerden alış veriş yaptırmadı, onlar için üretim yapılmasını engelledi. Gandi’nin yaptığı pasif direnişti.
“Ve emperyalistler, defolup gitmek zorunda kaldı”
Örneğin, ben açık oturum denen ve kendi görüşlerini toplumun görüşü gibi sunan kendinden menkul kültür düşmanlarını izlemiyorum. Olan biten, yapılan, yapılacak olan, yani müşahhas olan haberler ve karşılaştığımda hoşuma giden belgeseller dışında televizyonu kanal kanal tarayıp başında saatlerimi öldürmüyorum. Bundan dolayı kendimde de herhangi bir eksiklik görmüyorum. Çocuklarımı, torunlarımı da mümkün olduğunca uzak tutuyorum. En azından programları ve kanalları elekten geçirip sadece seyre değer bulunanları öneriyorum yakınlarıma. Gücüm yeterse o aleti hanemden tamamen çıkarmayı da düşünüyorum.
Eşime dostuma, önüme çıkan aklıselim herkese televizyonun bu milleti nasıl yanlış yönlendirdiğini dilimin döndüğünce anlatıyorum, ülkesini seven her Türk’ün de aynı duyarlılıkta olmasını salık veriyorum. Sadece televizyon mu?
Küresel sermayeye hizmet eden, ona yarar sağlayan her şeyi zerre kadar da olsa uygulamaya çalışıyorum. 2002 yılında yaklaşık ayda 350 liralık benzin harcıyordum. Aradan on yıl geçti, benzin fiyatları belki dörde beşe katlandı ama benim benzin giderim yarıya düştü. Zorunlu haller dışında araba kullanmıyorum. Türk kahvesi dışındaki türevleri tüketmiyorum, ithal meyve, ithal giyim almıyorum. Etrafımdakilere de almamalarını öneriyorum.
İşte televizyona da Gandi mantığı ile yaklaşmanın kültürümün, ahlakımın ve de ülkemin kaybolup gitmemesi için önem arz ettiği kanaati taşıyorum.
Vatanını seven her Türk Vatandaşı birer Gandi olursa selamete çıkmak hiç de zor olmasa gerek diye düşünüyorum.