İBNİ SİNA DA KİM!
Alman yapımı “Hekim” adlı filmin yönetmeni Philipp Stölzl. Filmlerinde, Alman sinemasının yaygınlığıyla doğru orantılı olarak, pek tanımadığımız oyuncularla çalışan Stölzl’ın “Hekim” filminde adını duyduğumuz tek oyuncu var, o da İbni Sina rolündeki Ben Kingsley…
Noah Gordon’un aynı adlı “çok satan” romanının, Jan Berger tarafından senaryolaştırılmasıyla kotarılan “Hekim”, 150 dakika süreli. Dönemi (11.yüzyıl), daha iyi yansıtması amacıyla pastel renklerin tercih edildiği film, görüntü yönetmenliği açısından başarılı.
Tanıtımdan sonra, gelelim filmin konusuna ve mesajlarına… İngiltere’de, annesi karın ağrısı (kör bağırsak yangısı) yüzünden ölen bir Rob Cole adlı çocuğun, bir berberin yanında, ilkel usullerle tedaviyi öğrendikten sonra, adını duyduğu İbni Sina’dan ders almak için İsfahan’a yolculuk etmesi; buraya geldikten sonra İbni Sina’nın medresesinde eğitim almasını konu alan bir film “Hekim”.

Filmin afişinde en üstte İbni Sina’yı (Ben Kingsley) görüp, filmin bu büyük bilim adamını anlattığı zehabına kapılabilir, o heyecan ve hevesle koltuğunuza oturursanız, son jenerik akmaya başladığınızda yaşadığınız tam anlamıyla hayal kırıklığı olur. Bu, bir Türk ve Müslüman olarak, beklentimizi ve umduğumuzu karşılamadığı için, bizim yanılgımızdır haliyle. Çünkü, muhtemelen, ne kitabın yazarı, ne de filmin yönetmeni için böyle bir kaygı ve amaç var. Film bittiğinde de zaten bunu gayet açık şekilde anlıyorsunuz.
Filmin “aslında” Anlattıkları
Filme, kendinizi zorlayıp “iyi niyetli” olarak bakarsanız, İbni Sina’nın döneminin büyük bir öğretmeni, bilim adamı, doktoru, felsefecisi vb. olduğunu, birkaç yerde geçen konuşmalarda görür ve bizim medeniyetimize ait bu şahsiyeti konu aldığı için yazara da yönetmene de “helal olsun” diyebilirsiniz; tabii, bu iyi niyetinizin, sizin saf yerine konulma yönünde kullanılmadığı sürece…
İyi niyeti bırakıp “art niyetli” bir film okumasına girdiğimizde ise, Türk-Müslüman bir âlim olan İbni Sina’nın değil de, Yahudi taklidi yapan bir Hıristiyan gencin bir “tıp dehası” olarak öne çıkarıldığını görürüz:
Öyle ki, bu genç, elinin yardımıyla hangi hastaların öleceğini, hangilerinin yaşayacağını hissedebiliyor…
Öyle ki, bu genç adam, yüz yıl ya da bin yıl sonra keşfedilecek bir tedaviyi hemencecik keşfedip, hastayı kurtarıyor.
Öyle ki, bu genç adam, herkesten habersiz bir cesedi parçalıyor, iç organların hususiyetlerini öğreniyor, bunların resimlerini çiziyor, İbni Sina da, hücrede bu gence “Hakikaten gördün mü, cesedin içi nasıl?” diye soruyor, öğreniyor…
Öyle ki, bu genç adam, Şah’a kör bağırsak ameliyatı yaparken, İbni Sina ona “ameliyat hemşireliği” yapıyor, neşter uzatıyor…
Öyle ki, bu genç adam, şehri kasıp kavuran vebaya, toz sineğinin yol açtığını keşfedip İbni Sina’ya “uyandırıyor”…

Filmin bir yerinde ikili arasında bir konuşma var ki, sanki bizzat ve billahsa “ironi” olarak oraya konulmuş hissi veriyor. Sözde genç doktor İbni Sina’ya “Bana her şeyi öğrettiğin için teşekkür ederim” diyor; İbni Sina da ona “Ben de sana öğrendiğin için teşekkür ederim” karşılığını veriyor. Lâkin, filmin tamamına baktığınızda kimin öğreten, kimin öğrenen olduğu hususunda tam tersi bir algıya maruz kalıyoruz.
Tarihin Yeniden Yazımı
Yazarın da yönetmenin de İslâm’a, Müslüman ülkelere nasıl baktığı hemen her sahnede kendini bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Filmin başında gence uyarı gelir: “Gideceğin yerlere Hıristiyanlar giremez, sadece Yahudiler girebilir!” Barbar Selçuklular, despot Şah, bilime ve aydınlanmaya düşman din adamları, Mollalar…
Bir cesedi açtığı (bir nevi otopsi) için idama mahkûm edilen bilim adamları, zina yaptığı için recm edilen; sevdiğiyle değil de istemediği adamla evlendirilen kadınlar…
Şah’ın Hıristiyanlığın “kutsal” içeceği olan şarabı, din adamının yüzüne boca etmesi…
Türk sultanların, kendilerine gönderilen elçileri acımasızca katletmesi…
Rob Cole adlı ingiliz gencin, bir kahraman edasıyla, yakıp yıkılan şehirden Yahudileri çıkarması ve en sonunda İngiltere’ye dönmesi, orada hastane açmasıyla film biter. Yanmış ve harabe olmuş bir İsfahan görüntüsünün ardından, günlük güneşlik, aydınlık, medenî bir İngiltere manzarasıyla yönetmen mesajını verir: “Batı işte böyle medenîdir!”

Kitabın yazarının ve senaristin tarih bilgisinden ve gerçeklerden ne kadar uzak olduğu da ayrı bir husus. Büyük Selçuklu Devleti 1038 yılında kurulmuştur, yani İbni Sina’nın ölümünden bir yıl sonra… Filmde Selçuklular derken yazar kimleri kastetmiştir? Mesela, Selçuklu Sultanı Tuğrul bey İsfahan’a ilk öncü askeri birliğini 1041’de göndermiştir.
Bir başka vahim hata da, İbni Sina’nın İsfahan’da, zehir içerek intihar etmesi hususudur. İbni Sina’nın Hamedan’da öldüğü, kabrinin orada olduğu bilindiği hâlde, yazarın İbni Sina’yı, hem de İslamiyet’te büyük günah sayılan intiharla öldürmesi ne mânâya geliyor?
Evet, çok mu art niyetli, kötü niyetli ve duygusalız da bu açıdan bakıyoruz, bilmiyorum ama görünen köy de kılavuz istemiyor. Peki, o adamlar böyle yapıyor diye adamları kınamalı mıyız? Belki, ama bu kınamamızın ne onlara bir etkisi, ne de bize bir faydası olur. Böyle bir durumda o adam kalkar “Ben böyle yaptım, daha iyisini sen yapıyorsan, buyur, seni tutan mı var?” der çıkar işin içinden.
Kıssadan hisse: Senin yapamadığını başka biri yaparsa işte böyle yapar. Bize de oturup orasını burasını eleştirmek düşer.