BİR TÜRLÜ OLAMAYAN TÜRK SİNEMASI
Son zamanlarda kafamı nereye çevirsem, nereye baksam, neyi izlesem, okusam, dinlesem “birinin izinden yürünürse onu geçmek mümkün olmaz” cümlesi bir özdeyiş gibi gelip kuruluyor karşıma.
Nereden aklımda kalmış hatırlamıyorum, belki bir kitaptan belki de bir filmden. İkisi de hayatımın anlamı neredeyse ama bu gün sinema karşıtlığım tuttu. Sebebi de kendimi içinde bulamadığım, içeriğinde yurdumu, yurttaşımı göremediğim, dilimden, dinimden uzak, ilime, töreme düşman, sanatın siyasetin emrine kurban edildiği filmlerin ardı ardına gündeme gelmesi.
Zamanın ruhu deniliyor; her şeyi doğal yolundan, tabi seyrinden uzaklaştıran bir çaba sardı her yanımızı. Yalanın yanlışın bini bir para. Kağnı gölgesine sığınıp sinemayı tekellerine alanların yüzünden sinemadan soğuyacağım. Bu yaymaca ruhlu, sömürgeci düşünce ürünü filmleri seyredeceğimize hiç seyretmeyelim daha iyi, diyesim geliyor.
Ama sinemanın aslına bakıldığında, yaşananlar işin özüne çok uygun.
Çünkü filmi yaratma biçiminin, yol ve yönteminin özü aldatmaya dayanıyor. İzlediklerimiz aslında durağan resim karelerinden oluşuyor. Yani bir hareketi tamamlayan durgun resim karelerinin birbiri ardına eklenmesi, bize o güzel ve keyifli anları yaşatan.
Gördüklerimiz, izlediklerimiz, mış gibi algılayarak zihnimizde tamamladığımız bir parçacıklar bütünü. Sinemada ilgiyle izlediğimiz, sonuçlarını merakla beklediğimiz konuların işlenmesi de bu hilenin devamı niteliğinde.
Birbirinden güzel hikâyeler, romanlar, binlerce yılın biriktirdiği menkıbeler, hayalle hakikatin cem olduğu efsaneler sinemanın oyuncağı oluyor, başka başka sanal gerçekliğe bürünüyorlar ve biz bunları izliyoruz.
Baştan aşağı aldatmaca, hile, sahtekârlık ama tamamen gerçek olan bir çelişkiler yumağı, sinema…
İzlediklerimiz içinde, aslında sinemaya özgü hiçbir şey yoktur desem, fazla abartmış sayılmam. Hatta sinema, varlığını öteki sanatların omuzuna basarak sağlayan, bir çeşit asalaktır da denilebilir. Tüm asalaklar gibi çevresine zarar verir ama tersiymiş gibi hissettirir.
Oyuncular, yazarlar, çekim yapanlar, kurgu, çizim, tasarım gibi aklımıza gelen her alanda sinemaya emek verenler bu görkemli asalağın vurgun yemiş destekçileridir.
Destekçiler, sanat için, insanlık için uğraştığı düşüncesiyle kendini avutan, güzel bir düşün peşinde koşmayı, parçası olduğu dünyanın içinde uyuşmayı seçen aydın kişiler, emekçiler, saygıyı hak edenlerdir ama yoldan gönüllü çıkmışlardır bir kere ve sinema onlarla can bulur.
Onlarla da sınırlı kalmaz, izleyenlerin hayallerini, düşüncelerini sınırlayan, hatta sıfırlayan, zamanlarını tüketen bir asalak olmaya devam eder sinema, kâh evlerimizde, kâh kendine özgü yerlerde, ona özel düzenlenmiş mekânlarda.
Bu haliyle sinema, hem bir yönlendirme ve şekillendirme aracı hem de sömürü giderlerini karşılayan bir kazanç kapısı olması sebebiyle liberal anlayışa çok uygun bir alan. Çünkü yalan çabuk sattırır ve şeytanın görmediğini bile görenler için sinema kaçırılmaması gereken bir büyük fırsat. Haliyle liberalizmin mucidi Batı, bu fırsatı hem yaymaca aracı hem de para kazanma yolu olarak değerlendirmeyi biz Türklerden daha iyi başardı ve başarmaya da devam ediyor.
İngiliz ve Holivud filmleri, hem ticaret hem de yaymaca kaygılarının en önde olduğu yapımlardır denildiğinde itiraz olacağını pek sanmıyorum. Bu merkezlerin ürettiği filmlerde insanların birbirini öldürmesi, canlıların katledilmesi, kendilerinden olmayanı aşağılama, hakaret, zulüm, nefret, sevgi, cinsellik öğeleri tümüyle kazanmak için kullanılır.
Biz bunları bile bile seyrederiz. Her seyredişimizde kendi kimliğimizden bir parçanın koptuğunu biliriz ama yine de seyrederiz. Avcıların kurduğu tuzaktaki keskin ucuna kan bulaştırılmış baltayı yalamaktan zevk alan ayının, kesik dilinden akan kendi kanını yalaya yalaya ölmesi ya da yavaş yavaş ısıtılan soğuk suyun içindeki kurbağanın haşlanarak ölmesi gibi bir durum bizimkisi. Çünkü izlediğimiz film boyunca, belirli aralıklarla bilinçaltımıza bir çentik atılır ve her seferinde ne olduğunun farkına bile varamadığımız bir tat peşine düşeriz. İzleriz, izleriz, izleriz; düşünemeyecek kadar uyuşan bir ruhla izleriz.
Günlük yaşantımızda bu savlarımı somut olarak görebileceğimiz alanlar var. Örneğin, marketlerden satın aldığımız birbirinin aynı domateslerin, hormonlu olduğunu biliriz ama alırız, yeriz. Çünkü çevremizde onun dışındaki tüm seçenekler karartılmıştır, yok edilmiştir; köy yoktur, tarla yoktur, evimizin önünde bir evlek bahçe bile kalmamıştır.
Türkler için sinema uzun zamandır bu haliyle var. Türk’e özgü düşünceyle bir film çekmek, sinemalarda gösterime sokmak, televizyon kanallarında yayınlatmak i-m-k-â-n-s-ı-z bir “aşk” olarak karşımızdadır.
Gelişmiş ülkelerde birinci dereceden korunan ve destek gören sinema, Türkiye’de de devlet tarafından doğrudan veya dolaylı olarak ciddi biçimde destekleniyor. Ancak diğerlerinden farklı olarak desteklenecek filmler Türk kimliğine uygun bir bakış açısıyla değil de daha çok liberal ve batıcı bir yaklaşımla seçiliyor.
Devlete ve özel şirketlere ait televizyon kanallarında yayınlanan, neredeyse tekelleşen dağıtım ağı ile tüm sinemalarda gösterilen ve her yıl devletin desteğiyle çekilen filmler göz önündeyken iyimser olmak, tersi bir durumdan bahsetmek zor. Bundan dolayı sayıca çok fazla ama içerik ve anlayış olarak aynı kapıdan çıkan filmlerle yetinmek zorunluluğuyla karşı karşıyayız.
Adına yanlış bir tanımlamayla Türk Sineması denilen dönüştürülmüş alanda, bindiği dalı kesen Közkamanların, içinden çıktıkları topluma düşman kesilmiş Mankurtların gittikçe güçlendiklerini görmek mümkün. Közkaman ve Mankurt kavramlarını en yalın anlatımla, bilerek veya bilmeyerek, gönüllü ya da zorunluluktan dolayı başkasının izinden yürümeyi marifet sayan içimizdekileri kastetmek için kullandım. Her yurdun tavşanını, o yurdun tazısıyla avlamak maharetini gösterenlerin ekmeğine yağ sürenler; Türk Sineması kavramının içini Türk’e özgü eserlerle baylaştırmak yerine Holivud taklitçiliği, Batı dalkavukluğu yapanlar, beni sinemadan soğutan.
Neyse, bu yazılanlara bakmayın siz. Aslında benim yazdıklarım da bir aldatmaca. “Eşeğini dövemeyen semerini döver”in ruh haliyle söylenmiş sözler çoğu.
Sıkıntımın kaynağı sinemanın Türkler için bir türlü “yar” olamayışı. Yanımızda yöremizdeki özel ışıklarla aydınlatılmış izlerin dışına çıkamayışımız. Küresel ölçekteki kirlenmeye, yedinci sanatın efsunlu gücü ile dur diyecek Türk filmcilerinin ve Türk filmlerinin olmaması, iz bırakacak yönümüzü yok saymamız.
Sanat kisvesi altında kişilerin kimliklerini hedef alan, onları ve yaşadıkları toplumu aşağılayan, para kazanma hırsına ve küresel siyasi yaklaşımlara kurban edilmiş yaymaca filmlere mahkum olmaya gönüllü olmamız.
Yoksa güncel dilimizde çokça yer bulan bir söyleyişle “can”dır, sinema.