ELVEDA GÜLSARI
Film, Kırgızistanlı yönetmen, Sergey Urusevskiy tarafından çekilmiştir ve 1968 yılında izleyicilere sunulmuştur.
Kurmacada, Tanabay ile rahvan atı Gülsarı’nın yakın arkadaşlık ilişkisi anlatılıyor. Bir atın ve adamın gözünden, onların duyguları, hayattaki değerleri verilmiştir. Onunla beraber Kırgız Türklerinin kültürünü ve ondaki hayvanların yerini görebiliyoruz. Tanabay ile Gülsarı beraber yaşlanıyorlar ve at ölürken ikisinin hayatı gözlerinin önünden geçiyor.
Güzel film olduğunu düşünüyorum. İnsanların ve hayvanların değerlerini, bilmediğimiz ya da unutmaya başladığımız atların yaşamı üzerinden anlatıyor.
Aslında hayvanlar da insan gibiler. Tabi, bir hayvanın duygularını görüntüde vermek çok zor. Özellikle atları çekebilmenin zor olduğu biliniyor. Fakat simgesel anlatımlarla gerçekleşen çekimlerin, bu zorluğu aşmada çok etkili sonuçları olmuş. Görüntüler açısından film çok güzel.
Sen büyük bir attın!
Görüntü etkisini güçlendirmek için çoğu zaman sesin gücünden de yararlanılmış. Sözgelimi atın kişneme sesleriyle başlı başına bir öykü anlatımı gerçekleştirilmiş, atın duygularının betimlenmesi simgesel bir tavırla desteklenmiş.
Cengiz Aytmatov’un Elveda Gülsarı adlı yapıtından uyarlama kurmaca için, betik mi film mi sorusunun yanıtı, hiç kuşkusuz betik olur.
Yönetmenin dokunuşları, kitabın gölgesini aşmaya yetmemiş, denilebilir. Bunda öykünün gücünün yüksekliği kadar, dönemin koşullarına uygun tercihlere sığınma zorunluluğu duyan yapım ve yönetim topluluğunun da etkisi var.
Sözgelimi oyuncu yönetmenliğinde kim zaman eksiklikler göze çarpıyor. Oyuncular kimi yerlerde doğal olamamış, oyunlarını hakkıyla oynayamamışlar.
Tanabay’ın soğukta boz üye (yurda/çadıra) girmesi sahnesinde olduğu gibi örneklere rastlamak mümkün; çay içiyormuş gibi yapmadan doğrudan çay içebilirdi.
Başka bir sahnede, Bibican atı severken, at, sanki elinden kurtulma derdindeydi, fakat hoşuna gitti, diye söylüyorlar. Ama yine de tiyatroyla sinema arasında gidip gelen eski oyunculuk anlayışının daha iyi olduğunu düşünüyorum.
Göçmen oyununda, oyuncuların bir yerine üç kere amin dediği görülüyor. Halkın alışkanlığı yalnızca bir kez deme yönünde olduğu bilinince, bunun fazla, daha doğrusu yanlış bir oyun olduğunu söyleyebiliriz.
Bibican, Tanabay’ı reddedince, demek nasip değil demesi yine geleneğe göre yanlış bir yanıt. Çünkü Tanabay zaten evli bir adam ve isteğinin nasiple ilgisi yok.
Sen benim arkadaşımdın!
Filmde, seslendirme tercihlerinde de önceliklerin doğru olmadığı görülüyor. Sözgelimi Tanabay’ın sesinin, canlandırılan kişilikle uyuşmadığı söylenebilir. Daha yaşlıca ama gür bir ses, onun konumunu daha iyi yansıtabilirdi.
Belli ki, Sovyet düzenini daha fazla yargılamak istememişler. Ama o zamandaki insanların geçirdiği zorlukları anlatmada, bu aşırı temkinli kurmaca dili, ancak göldeki damla kadar olmuş.
Oysa Aytmatov anlatısında kolhozlarda (kolektif çiftlikler) yaşanılan sorunlar ağılık kazanır ve okuyucu halkın dertlerini öğrenirken, filmde, olaylar yumuşatılmış ve sanki daha çok bir aşk hikayesi egemenliği oluşturulmuş.
Tanabay karakterinin kurmacadaki yaşadıklarına bakınca, Cengiz Aytmatov ve Bübüsara Beyşenaliyeva sevgisi aklıma geldi. Tanabay’ı, o karakteri oluşturan yazar Cengiz Aytmatov kadar kimse anlayamaz, diye düşündüm. Filmin sonunda, böyle düşünmemin nedeni, onun yapıtlarının birinde, “Gerçek aşıklar evlenmiyorlar. Belki bu doğrudur. Çünkü evlendikten sonraki hayatın zorluğu, büyük ve temiz duyguları mahvediyor.” dediğini anımsamamdı…
Söylemiştim, yineliyorum; güzel film olduğunu düşünüyorum…