KOD ADI VENÜS
SİNEMASALI buluşmalarında bu hafta yerli bir film izledik: Kod adı Venüs. Film, Kıbrıs adasında çekilmiş. Akdeniz letafetinden izler taşıyan birkaç manzara çekimi ve Barnabas Kilisesi, en akılda kalıcı film kareleri olarak belleğimizde yer etti.
Rum teröristlerin, Kıbrıs’ta, Noel kutlamaları sırasında Türk evlerine girerek, çoluk çocuk demeden aileleri katletmelerinin üzerinden yarım asırdan fazla zaman geçti. Üç yavrusuyla birlikte, onlara sarılı halde şehit edilen annenin hüzünlü görüntüsü gibi katliam resimleri yavaş yavaş belleklerden silindi zannediyorduk ama öyle değilmiş. Yönetmen Tamer Garip imzalı bu Kıbrıs filmi, aradan ne kadar zaman geçerse geçsin, hiç kimsenin unutulmayacağını, hiçbir şeyin toplum hafızasından çıkmayacağını bir kez daha gösterdi.
Kod Adı Venüs, konusu çok yalın ama anlatımı epeyce karışık bir film. 325 yılında Katolik İznik Konsülünce yasaklandığı iddia edilen Barnabas İncili’ni ele geçirmeye çalışan İngilizlerin izleğinde, adanın yakın tarihi anlatılmaya çalışılmış. Kıbrıs, Venüs takma adıyla İngiliz istihbaratına bilgi sağlaması istenen Yasemin’le özdeşleştirilmiş. Adadaki her kesimle ilişkili Yasemin’in annesi İngiliz, babası Türk. Filmin en önemli yükü bu oyuncunun üzerinde ama oyuncunun ne görünümü ne de oyunculuğu bu yükü kaldırabilecek düzeyde. Bu eksiklik kısmen diğer oyuncularda da hissedilince, yönetmenin oyuncu yönetmenliğinde mi bir sorun var diye düşünmeden edemedim.
Beni asıl düşündüren ise daha filmin başlarında verilen yazılı bilgilendirmeler oldu.
Yönetmen, filmin izlenmesinde önemli gördüğü hususlar hakkında açıklamalar sunarak izleyiciyi hazırlama gereği duymuş. Bu maksatla pek çok uyarı cümlesi filmle birlikte başlıyor. Filmin ana dili İngilizce olduğundan, bu bilgilerin Türkçe açıklamaları, ilave altyazılarla verilmiş.
Birinci cümle: Gerçek olaylardan esinlenilmiştir.
İlk bilgilendirme, “Gerçek olaylardan esinlenilmiştir” açıklaması. Daha baştan, olayların gerçeği yansıtmadığı beyan edilmesine karşın, izleyicide uyandırılması istenen algı bunun tam tersi. Bu uyarıda geçen “gerçek olaylar” sözünün karşılığı, izleyenler nazarında öykünün gerçekliği, hakikat olduğu algısıdır. İkinci kısım, “esinlenilmiştir” sözü, sıradan bir yüklem; yalnızca bu algıyı güçlendirme, pekiştirme yükünü taşıyor.
Bu ifade çok kurnazca düşünülmüş, tam bir “durumu kurtarma” cümlesi olmuş. Yönetmen ya da filmin yapımcıları her koşulda kendilerini “temize” çıkarmanın, sanatçı kimliğine bürünmenin alt yapısını bu cümleyle sağlıyorlar. Filme gelecek itirazları, artık duymaya alışık olduğumuz, “ama bu bir kurmaca, sinema bir sanat, biz tarih anlatmıyoruz, tarihteki yaşanmışlıklardan esinleniyoruz” gibi cümleleri besleyecek bir alt yapı. Övgüler için de “esin kaynağımız gerçek olaylardı” gibi sözlerle, yaptıkları işi bilerek yaptıklarını vurgulamayı destekleyen, her yöne çıkışları olan güçlü ve oynak bir altyapı. Dolayısıyla giriş cümlesi, filmin yönetmeni hanesinde, “göreceli” bir başarı olarak görülebilir.
İkinci cümle: “Kıbrıs, Osmanlı İmparatorluğu’ndan kiralanmış, 1878’den 1960’a kadar İngiliz sömürgesinde kalmış Akdeniz’de bir adadır.”
Yalnızca bilgi içeren bir anlatım oluşu, izleyenler nezdinde yönetmenin, tarafsız bir gözle olaya baktığı/bakacağı zannını en baştan pekiştiriyor. İzleyici farkında olmadan, filmin kolay yanına, sadece seyircisi olacağı bir oyuna yönlendiriliyor. Hikâyenin aslına doğru kayması muhtemel merak ve ilginin odağı belirleniyor. İzleyici, öyküyü sahiplenme yerine kendisini ilgilendirmeyen bir olayı izleyen ve izlemekten hoşlanmakla yetinen üçüncü taraf haline getiriliyor. Filmde anlatılacak öykü hakkında uyanacak düşünce ve oluşacak soruların önü, bu kısa açıklama ile kesiliyor. Çünkü varlığı hileye dayalı film bir aldatma aracıdır ve izleyici bu bilinçle hareket eder. Aldanış, düşünmekten, sorgulamaktan daha zahmetsiz ve kolaydır. Yani izleyen bu aldanışa teşnedir ve bilgili yönetmenler, filmleriyle, bu aldatma üzerinden izleyiciyle bütünlük oluşturma yollarını kullanırlar.
Üçüncü cümle: “Kıbrıs Cumhuriyeti, Türkler ve Rumlar tarafından ortaklık anlaşması ile 1960 yılında kuruldu.”
Türkçe altyazıdan farklı olarak filmin asıl dili olan İngilizce ile yazılan cümlede, “Kıbrıslı” ayrıntısı var; “Kıbrıslı” Türkler ve Rumlar tarafından kurulduğu yazıyor. Tabi, bu “Kıbrıslı” sözünün bir geçmişi var. İngilizler bir oldu bittiyle adayı işgal ettiklerinde yaptıkları ilk iş, Lefkoşe Türk Lisesinin adını Lefkoşe İslam Lisesi olarak değiştirmek oluyor. Kıbrıs’ta Türklerden başka Müslüman yaşamıyorken bu değişikliğin nedeni ne? İngilizler tezgâhladıkları yeni bir hilenin, kurnazca bir tuzağın başlangıcında yapıyorlar bu değişikliği. Daha sonraki tutumlarından anlaşıldığı üzere İngilizler, Kıbrıs’ın bir Türk adası olduğu algısını yıkmak ve uzun vadede adayı Britanya Krallığının bir parçası haline getirmek istiyorlar. Bu maksatla işgal ettikleri diğer Türk yurtlarında uyguladıkları yöntemi Kıbrıs’ta da hayata geçiriyorlar. Adadaki Türk nüfusu azaltmak için, “Terör” ve “Göç”, İngilizlerin destek verdiği iki alan haline geliyor. Korkutarak, sindirerek ve yıldırarak, Türklerin başta Türkiye olmak üzere başka yerlere kaçmasının koşullarını oluşturuyorlar. Uygun gördüklerine, İngiltere ve diğer krallık ülkelerinde eğitim ve iş imkânı vaat ederek, genç ve verimli olabilecek Türklerin adadan göçünü teşvik ediyorlar.
Adadaki Türk nüfusunu azaltmayı başaran ama yok edemeyenlerin çabası günümüzde de sürüyor. Eski niyetler ve yeni yöntemlerle, Türk’süz ada yaratma çabası, Kıbrıslılık adı altında yürütülüyor. Türk adını “İslam Lisesi” gibi aldatmacalarla silemeyenler, “Kıbrıslı” sözü ile Türk adının anılmamasını sağlamaya çalışıyorlar.
Bu tutumu Balkanlar’da da görmüştük. Hırvatlara, Sırplara milliyetlerinin adıyla anılan devletçikler kurdurulurken, Türklerin yaşadığı bölgelerde, Kosovalı, Makedonyalı gibi adlandırmalara uygun devletçikler oluşturulmuştu.
İngilizce yazıda, 1960 yılında, İngilizlerin, adanın en önemli yerlerinde askeri üst hakkını saklı tutarak kurulmasına destek verdiği Kıbrıs Cumhuriyeti için, “Kıbrıslı Türkler ve Rumlar” birlikte kurdu, diyor. Buradaki “Kıbrıslı Türkler” vurgusu öylesine bir durum tespiti değil. 1974 Mutlu Barış Harekâtından sonraki süreçte, adaya Türkiye’den göç eden Türkleri dışlamak üzere yapılan bir tercih. Bilindiği üzere başta AB ve onun üyesi olma ayrıcalığını bir tehdit aracı olarak kullanan Rumlar ve Yunanlılar, adaya sonradan gelen Türklerin adadan ayrılması şartını olmazsa olmazları arasında görüyorlar.
Bu küçük ama kapsamlı cümle, Rum terör örgütü EOKA VE İngilizlerin işbirliğiyle adadaki Türklere uygulanan, etnik temizlik, asimilasyon ve tehcir gibi yaklaşık on iki başlık altında toplanabilecek soykırımı görmezden gelmemizi sağlayan bir örtü gibi kullanılmış.
“Kıbrıslı” yönetmen, bu tercihiyle neleri anlatmayacağını da izleyiciye hatırlatmış oluyor.
Dördüncü cümle: EOKA, Kıbrıslı Türkleri, İngilizleri ve Rum komünistleri yok etmeyi amaçlayan, Grivas tarafından kurulmuş bir Rum örgütüdür.
Beşinci cümle: TMT, EOKA’ya direniş gücü olarak, R.R. Denktaş tarafından 1957’de kurulmuş bir Türk örgütüdür.
Peş peşe gelen ve aynı kalıp içerisinde verilen bu iki cümleyle yönetmen, filmin dikkatimizi yoğunlaştıracağımız yönlerine vurgu yapıyor, niyetini ortaya koyuyor: EOKA ve TMT diye iki ayrı yapıyı “örgüt” temelinde eşitliyor.
Peki, aslında EOKA ne, TMT ne?
EOKA, Türklerden Kıbrıs’ı arındırmak ve adayı Yunanistan’a bağlamak düşüncesiyle hareket eden ırkçı kimliğiyle tevarüs etmiş Yunan Ortodoks Kilisesi destekli ENOSİS hareketinin silahlı kolu olarak 1955 yılında kurulan bir tedhiş örgütü. Rum terör örgütü EOKA’nın kuruluş amaçlarında yazılı, adayı Türklerden temizlemek ve Enosis’i gerçekleştirmek olduğu duyurusu, gizlenen bir bilgi değildi.
Oysa Türk Mukavemet Teşkilâtı, EOKA terör örgütünün Türk yerleşimlerine karşı silahlı eylemleri ve Türklere yönelik katliamları hız kazandıktan sonra, korunma amacıyla 1957 yılında Rauf Denktaş, Burhan Nalbantoğlu ve Kemâl Tanrısever’in öncülüğünde kurulan bir direniş hareketiydi.
Birinin tedhiş ve terör odaklı, diğerinin mukavemet ve savunma odaklı olması “örgüt” sözüyle gizleniyor, karartılıyor. İzleyenlerin duruşu, iki “örgüt” için aynı mesafeye çekiliyor, taraf olmalarının önüne geçiliyor.
Altıncı cümle: 1955’te başlayan savaş neredeyse 20 yıla yakın sürdü. Bugün adada iki ayrı bağımsız Cumhuriyet var.
Terör faaliyetlerini “savaş” olarak adlandırma çabalarına, Türkiye’de son yıllarda yaşanılanlardan dolayı yabancı değiliz.
Gerçekte terör, belirli bir maksat için yürütülen, resmi sivil ayrımı gözetilmeksizin yapılan baskı, yıldırma ve her türlü şiddeti içeren insanlık dışı bir yoldur.
Savaş ise devletlerin diplomatik ilişkilerini keserek giriştikleri, ordular arasında yürütülen silahlı mücadeledir.
Dolayısıyla Kıbrıs’ta yaklaşık yirmi yıllık süreçte yaşanılanlar bir savaş değil, terör destekli bir soykırım hareketiydi ve bu çabalar, Türk Ordusunun 1974 yılı 20 Temmuz günü “Ayşe Tatile Çıkabilir” sözüyle başlattığı Mutlu Barış Harekâtı ile kısmen son buldu. Bu mücadele, iki ordu arasındaydı ve yapılan bir savaştı. Sonuçları itibariyle adada barışı, Yunanistan’da ise demokrasi sürecini yeniden başlatan bir kazanımdı.
Film, bu anlatımla adada yıllarca süren vahşi Rum terörünü, savaş kılıfına sokuyor. Yapılan onca insanlık dışı uygulamayı, her türlü katliamlarla beslenen soykırımı nispeten daha olumlu çağrışımları, kuralları olan savaşla yumuşatmaya çalışıyor.
Yönetmenin bu bilgilendirme tercihi, onun sanatçı bakışının bir sonucu. Sanatçı (yönetmen), sanatı (film) üzerinden alıcı (izleyici) ile kurduğu bağı bu girişle yapıyor. Altı cümleyi değerlendirerek bu filmin anlattıklarının çerçevesini görmemiz, bir yönüyle, yönetmen başarısı. Keşke, bu yönlendirmeler, doğru bilgi üzerinden yapılmış olsaydı ve yönetmen, tercihlerini bu doğru bilgiler üzerine kursaydı. Zira doksan dört dakikalık filmin ilk dakikası, izleyiciye, filmi nasıl izleyeceği ile ilgili olarak, deyim yerindeyse, “ayar” vermekle geçiyor. Bu ayardan sonra Kod Adı Venüs filmi, önünde “GDO”lu patlamış mısır, elinde “glikoz”lu içeceklerle koltuğuna kurulmuş edilgen izleyenleri, kendi dünyalarını ellerin dünyaları gibi izleyerek, zaman öldürecekleri bir ortama ortak ediyor.
Bu ortaklıktan hoşnut olacakların sayısının sınırlı olacağını düşünüyorum. Çok şükür ki Türk izleyicisi, her türlü yönlendirmeye karşın dünyanın en duyarlı izleyicilerinden. Kod Adı Venüs, onların ilgisini çekecek türden bir yapıt değil. Çünkü bu filmin yapılış gerekçesi, amacı nedir, hedef kitlesi kimdir gibi temel sorulara cevap bulmak gerçekten çok zor. Böyle bir öykü her filme konu olabilir ama önce düzgün, devamlılığı olan bir senaryosunun olması gerek. Film, izlemeyi güçleştiren, ağır ilerleyen kurgusuyla, biraz Holivud, biraz Yeşilçam öykünmeleri dolu kopuk sahneleriyle, zorlama hümanist yüklemelerle ve ikinci dünya savaşı yıllarını çağrıştıran didaktik yaymaca üslubuyla yalnızca Kıbrıs’ın hatırına bir kerecik izlenecek bir çalışma. Maalesef böyle. Övgü ve hayranlık ifade eden cümleler kurmayı, filmde beni şaşırtan başarılı dokunuşları anlatmayı çok isterdim. Ama başka filmlerden ödünç alınmış gibi duran sahnelerle, öğretilmiş yönetmenlik bakışıyla ve özgün düşünceden yoksunlukla bir sanat yapıtı ancak bu düzeyde olabiliyor. Filmi hayata geçirenlerin, pek çok güçlüğü yenen emeklerine saygı duyuyorum ama o emeklerin karşılığının alınamadığı da ortada.
Altı cümlenin toplam görünme süreleri bir dakika civarında ama yönlendirme için filmin en başında olmaları çok önemli. Bu cümlelerin rastgele seçilmiş bilgiler olması pek mümkün değil ama eğer tesadüfse vay Türk sinemasının haline! Yok, tesadüf değil de bilinçli bir seçimse vay Kıbrıs’ın haline!