ALMANYA’YA HOŞGELDİN!
İki dilli, Türkçe ve Almanca olarak adlandırılan film, çalıştırılmak üzere geçici bir süre için Almanya’ya götürülen ancak kalıcı olan Türk misafir işçilerin, günümüze ulaşan yaşam öykülerinden izler sunuyor. Film, anlamlı göndermeler ve hoş güldürü geçişleriyle hafifletilen, aslında çaresizliğin ve dayatmaların gölgesindeki hüzünlü bir kendinden vazgeçme öyküsü anlatıyor.
İki tarafa bağlı, geçmişiyle Türkiye’ye, geleceğiyle Almanya’ya ait bir kuşağın gözüyle, olabildiğince tarafsız olma çabası taşıyan ve şimdiki durumu anlamamıza olanak tanıyan Almanya’ya Hoşgeldin, akıcı sinema diliyle, kolay izlenebilen ve titiz bir sanatsı çalışmanın sonucu olduğunu gösteren sahneleriyle, nitelikli bir kurmaca film.
Filmin girişinde; “1950’li yılların ortalarından itibaren özellikle Güney Avrupa’dan düzenli bir şekilde işgücü gelmeye başladı. İşçi olarak gelmek isteyenler memleketlerinde muayeneden geçiyorlar, yapılan işlem adeta bir hayvan pazarını andırıyordu, Almanya’ya ancak sağlıklı olanlar gidebiliyordu”, sözleri, Almanya’ya gelenlerin misafir gibi algılanmadıklarının ve yalnızca birer sayıdan ibaret işçiler olarak görüldüklerinin altını çiziyor.
Henüz filmin başında konuşan o dönemdeki Alman yetkilinin, “İş piyasasındaki işgücü açığını biliyorsunuz. O dönem yeterince İtalyan ve İspanyol işçi olmadığından Türk işçilerinden yararlanmaya karar verdik.” diye özetlediği zorunlu katlanma durumunun günümüzdeki yansımaları, filmde, tarafsız görünmeye çalışan bir tarafın gözüyle aktarılmış.
Almanlar
Farklı sahnelerde, Almanlara karşı ön yargılar, kimi zaman güldürü, kimi zaman hüzün çağrıştıran sahnelerle aktarılmış. Muhammed’in köydeki arkadaşının; “Abim dedi ki, Almanlar domuz eti ve insan yiyorlarmış, böyle haça asılı ölü bir adamları varmış, hatta onu da yemişler, her Pazar bir kilisede toplanıp onun etini yiyip, kanını içiyorlarmış” sözleri, gülümseten kareler olarak filmde yer almış.
Aynı şekilde köylü kadınların “Almanya çok soğukmuş… Almanlar çok pismiş diyorlar… Almanya’da bir tek patates varmış…” gibi bilmedikleri yerler ve kişiler için başkalarından duydukları olumsuzlukları tekrar etmeleri, bilinmeze doğru gidenlerin acıklı durumlarını çok güzel yansıtmış.
Almanya’daki evlerinde ilk kez gördükleri çok kirli alafranga hela üzerine konuşmalar ve annenin çocuklarına “…Ben temizlemeden kimse yapmayacak oraya, kim bilir ne hastalıkları vardır, Almanların” diye uyarması gibi yergi içeren pek çok sahneye yer verilmiş, Almanya’ya Hoşgeldin filminde.
Türkler
Öyküde, bu türden ön yargılı kişilerin Almanlar içinde de var olduğunu vurgulayan, “Türkiye” gözüyle aktarılmış, iki tarafın arasındaki dengeyi sağlamış görüntüsü veren bölümler de var.
Sözgelimi, kent içi katarında, çocuklarıyla birlikte bulunan Türk anneden ve çocukların sesinden rahatsız olan yaşlı bir Alman kadınına; “Başka alışkanlıkları yok mu bunların? Durmadan ürüyor vahşiler.” dedirterek, belirli yaş üstündeki Almanların korkularına ve tahammülsüzlüklerine göndermeler yerleştirilmiş.
Aynı izlekte, vatandaşlık işlemlerini yapan Alman görevlinin “Alman kültürünü öncü kültür olarak kabul ediyor musunuz? İlk olarak bir Avcılar ve Atıcılar Derneğine üye olacaksınız. Her pazar ”Olay Yeri” dizisine bakıp, Mayorka’da tatil yapacaksınız.” sözleriyle sıradan bir Alman’ın özellikleriyle dalga geçen sahneleri, Türklerin gönlünü almak için yapılmış bölümler olarak sıralayabiliriz.
İlginç iki sahneyi de bu kısma ekleyebiliriz. Biri, filmin başlarında başlayan ve sonunda biten, üçüncü kuşaktan çocuğun, Cenk’in yer aldığı sınıf sahnesi: Öğretmen, duvarda bir harita önünde coğrafya dersi veriyor. Çocuklara nereli olduklarını soruyor, hangi memleketten iseler harita üzerinde söylenen yere, o öğrencinin adı yazılı bayrağı koyuyor. Sıra Cenk’e geldiğinde Cenk, önce Almanya diyor, öğretmen, babanın geldiği yeri soruyorum diye yineliyor ve Cenk bu kez “Anatolian“ diyor, diğer çocuklar “İtalian” diye düzeltiyorlar, Cenk’in yanlış söylediğini düşünerek.
Bu ses benzerliğinden doğan karmaşaya öğretmen açıklama getiriyor; “Anadolu, Türkiye’nin doğusunda“ diye ve tam işareti koyacakken bakıyor ki, Türkiye’nin yarısı haritada yok! Ona da bir çözüm buluyor; “Bu bir Avrupa haritası o yüzden İstanbul var yalnızca, neyse, şuraya koyalım” diyor, haritanın bittiği yere, ona göre Anadolu’ya denk gelen boşluğa, Cenk’in adını iliştiriyor. Cenk, sevimli yüzünü buruşturarak bu durumun içine sinmediğini belli ediyor ama elinden gelen bir şey yok. Şimdilik yok! Somurtkan suratın gülüşü, filmin sonuna doğru görülüyor ve Cenk, Türkiye’den getirdiği bütün Türkiye haritasını öğretmenine vererek Avrupa haritasına ekletiyor.
Diğer sahne ise Muhammed ve kola ile ilgili. Muhammed’in ve Türkiye’deki çocukluk arkadaşlarının bir kola öyküleri var, filmin içinde üç-dört sahnede bu öyküye değişik biçimlerde yer veriliyor.
Kolalı sahnelerden biri, 1963 yılı yapımı Susuz Yaz filmindeki bir sahneyle aynı algıyı çağrıştırıyor.
Alışveriş merkezi sahnesinde, Muhammed alışveriş yaparken birden irkiliyor ve yürüyen bir kadının peşi sıra gittiği izlenimini veren çekimler peş peşe geliyor. Takip karelerinin ardından genel çekime geçildiğinde ise, Muhammad’in, alışveriş merkezindeki dev boyutlu plastik kola şişesine sarılması veriliyor, orada bulunanların şaşkın bakışları altında. Açık bir kola reklamı olmasının yanında, Türklerin tuhaf saplantıları olduğuna ilişkin bir göndermeye benziyordu.
Susuz Yaz
Metin Erksan’ın yönettiği ve Ulvi Doğan’ın yapımcısı olduğu Susuz Yaz filmindeki, Erol Taş’ın, ineğin memesinden süt içtiği sahne hatırlandığında, yönetmenin ve yapımcının Alman eğitim düzeninde yetişmiş olmalarından yola çıkarak, bu tür sahnelerin, Alman derin görüntü anlayışının iki filme sirayet etmiş tesadüfi bir tezahürü olduğu düşünülebilir.
Almanya’ya Hoşgeldin, içeriği ve etkili anlatımı ile filmi gerçekleştirenler açısından başarılı bir yapım. Almanya’ya göçün yarım asırlık geçmişinde, iki devletin, Türkiye ve Almanya’nın çıkarlarına uygun işlerin yürümesi sırasında, insan unsurunun çokça dikkate alınmadığı herkesçe bilinen bir durum ve film bu görünmezden gelinen noktayı, insanı öne çıkarmayı başarmış.
Filme damgasını vuran, çelişkiler, çaresizlikler, zorunlu tercihler ve dönüşüm sarmalındaki insanların yaşadıkları yalın gerçekler bu gün de devam ediyor. Uyum (Entegrasyon) görünümlü kendinden vazgeçirerek dönüştürmenin (Asimilasyon), dün olduğu gibi bu gün de sürdüğü bilinmeyen bir şey değil. Filmin başarısı biraz da burada gizli; her şey henüz yaşanırken, bize, Kaf dağının ardında yaşanıyormuş gibi bir hikâye anlatması.
İsviçreli yazar Maks Frisch’in “İşgücü çağırdık ve insanlar geldi” sözü ile filmde yer verilen bir yöneticinin “Şirket yönetiminin tecrübelerini, tek bir cümleyle özetlemek istiyorum: Tekrar karar vermek zorunda kalsaydık, sadece Türk işçilerini çağırırdık.” ifadeleri ilk başlardaki yaşanılan şaşkınlığı ve gelinen noktadaki durumu tüm açıklığıyla ortaya koyuyor. Ama tarafları sakinleştirecek ve birbirini hoş görmeyi, sabretmeyi salık verecek bir Türk atasözü var; “Su akar yolunu bulur” diye.
Bir ailenin izleğinde, iki vatanlı, iki dilli zaman zaman iki dinli hale gelen bir toplumu, Avrupalı Türkleri anlatan Almanya’ya Hoşgeldin filmi, tüm olan bitenlere karşın bize aynı sözü anımsatıyor: “Su akar yolunu bulur”.